28 Ocak 2013 Pazartesi

EĞRİ BURUN

Gözleri açıktı. Kirli sarı duvara bakıyorlardı boş boş. Yatak o kadar yumuşaktı ki kalkası gelmiyordu. Onca hoyratlığın içinde, ona bir bu beyaz yorgan iyi davranıyordu sanki…Ondan da ayrılması gerekiyordu işte, soğuk parkeye bastı. Banyo daracık, ayna küçük düşmüşlüğünü yüzüne vururcasına kocamandı. Mekanı büyütmek için geniş ayna kullanma klişesi hiç de iyi gelmedi o an…Gözleriyle karşılaştı, “amma da kırmızı, amma da şiş” deyip bir of çekti. Hayret, onca göz yaşına rağmen mavi maskara olduğu gibi duruyordu. Herşey ne kadar olumsuzdu bu sabah; akmayan rimel, çıkmayan ruj, artık sevmeyen sevgili. Hayatındaki herşey kalıcı, bir o gidici…Bakışlar “gece mavisi”, dudaklar “tutku kırmızısı”, sevgili “zulüm siyahı”…Burnuna takıldı bir an, daha bir iri gözüktü gözüne, “bu yüzden istemiyor beni, eğri bu burun ” diye düşündü, “acil tornadan geçirmeli”. Sebebi bulmuş gibi attı kendini ince uzun banyodan, nefret ediyordu zaten. Oradan da, o kasvet dolu karanlık yatak odasından, küstahça şık ve ışıltılı salondan, ruhsuz temizlik beyazı mutfaktan da zerre kadar hazzetmiyordu. “Bir adamı sevmek, yaşadığı yeri benimsemekle başlar” demişti bir kez annesi. Adam tam da evi gibiydi oysa, dıştan temiz ve ışıltılı, içten ruhsuz ve kasvetli… Benimsemeden, sevebilmişti o küstah ışıltıyı. Kalınca bir kazak çıkardı valizden, bir de uzun eteğini çekti. Aylar içindekiler dolaba yerleştirilmeden geçmişti, yırtık pırtık valiz bile biliyordu biteceğini, o kadar hazırdı kapının önüne konmaya. Hiçbir şey yoktu bu düzenli evde ondan, ne kalabalık kütüphanesinde tek bir kitabı, ne fincanında pastel ruj lekesi… Çıkıp gittiği anda bir tek şeyi kalmazdı geriye, öyle silikti silüeti. Adli kanıtlar olurdu varlığının tek şahitleri; birkaç kızıl saç teli, ince uzun parmaklarının izi…İşte o kadar. Kapı açık, dışarısı ıslak, varlığı yükte hafif ruhta ağırdı. Çıktı, beklerken bir sigara yaktı. Kapı hala açıktı, taksi köşede gözüktüğünde aniden geri döndü, ıslak pabuçlarıyla yatak odasına yürüdü, uzayan külü beyaz çarşaflara silkti, perdeleri açtı ardına kadar, çiğ gün ışığı odayı doldurdu, banyoya geçti. Metal sabunlukla hızla vurup aynayı boydan boya çatlattı, bin tane olmuş kendine bakıyordu şimdi. Hepsine göz kırpıp vedalaştı, steril mutfak onu bekliyordu. Buzdolabından pancar turşusunu çıkardı, bal dök-yala tezgah mora bulandı, pırıl pırıl perdeler kısmeti paylaştı. Veda mektubunu salona bıraktı, çamurlu ayaklarıyla şatafatlı İran halısına tumturaklı bir “hoşçakal” döktürüverdi, anahtarla maun yemek masasına derin bir kalp kazıdı, suç aletini ortada bıraktı. Gözleri açıktı. Sarı arabanın arka koltuğuna biraz daha gömüldü. Burnuna dokundu, hala eğriydi, benimsemeye karar verdi, belki zamanla severdi de…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder