18 Ekim 2010 Pazartesi
KAYIP EŞYA BÜROSU
17 Ekim 2010 Pazar
KEREVİZ ve ŞİİR
“Ben çok bayılmam şiire” derdim. Bayılmazdım. Üstelik gençliğimde şiir sevdasıyla dalga geçen gruptandım, hani bir yandan gitar çalınır, öbür taraftan şiirler okunur, ne bileyim fazla ağdalı gelirdi bana, ya da fazla duygusal...Belki fazla kırılgan olduğumu hatırlatırdı, sevmezdim kırılgan oluşumla yüzleşmeyi, güçlü olmayı severdim. Ben gençken. Çocukken kerevizi sevmemek gibi birşey bu. Büyüyünce bayılırsın. Ama önce tadarsın, keşfedersin, “Allah allah, mis gibi zerzevatmış, neyini beğenmemişim ki?” dersin ekmeğini banarken. Benim şiiri keşfedişim de böyle oldu, önce tadına baktım. Sonra kazana düştüm. Ama hepsinden önce düşündüm, şiir nedir diye...
Yolda yürürken yüzümde gülümsemeyle-nedir, nedir nedir-, biramı yudumlayıp iki lafın belini kırarken kaçamak fikirlerle, sinemada filmin en önemli sahnesini ıskalamak pahasına aklıma sızan olasılıklarla, pazar tembelliğiyle bir o koltukta bir öbüründe uyuklarken, “şiir budur, yoo o değildir” diye diye bir de baktım elimde eski kokulu kitaplar...
Demek ki şiir öncelikle, senelerdir kapakları açılmamış şiir kitaplarını bulup çıkartma heyecanıdır görünmez oldukları yerden. Yıllar sonra, güzel bir ezgi eşliğinde yeniden birşeyler karalamaya başlamak hevesidir şiir. Mariza’ nın sesidir, bilmediğin bir dilde söylenen senin olmayan hüzünlerle yüklü şarkılara dolan gözlerindir. Şiir şimdidir, bu andır.
Yürürken görüp dokunduğun köpeğin ıslak burnudur, içine çekmesen de arada bir tellendirdiğin sigaradır dostlarınla konuşurken. Sıradanlığın içinde açan bir ayrıkotudur. Beklenmediktir, terkedilmek gibi... Ya da tanıdıktır kavuşmak, dönmek gibi...
Geçmiştir şiir. Çocukluğunun okul dönüşleridir annenin biber dolmasının daha apartmanın kapısında seni karşılayan kokusunda tüten, ve gelecektir, otuzbeş yaşında hala duymaktır aynı kokuyu, üzerinde beyaz yakalı hep bir düğmesi kopuk mavi önlüğünle.
Tezattır, şehirhatları vapurunda elindeki simidin hepsini martılara yediren sert bakışlı adamdır ilk bakışta tırstığın. Benzerdir, ergenliğinde asice düşünmüş de olsan asla ona benzemeyeceğini, annenin bakışını yakalamaktır aynada kendi gözlerinde ve mutlu olmaktır bundan.
Şiir bir armağandır sana, telefonun öbür ucunda ya da çaldığın kapının arkasında seni karşılayan o çok yaşlı babana hala sarılabilmek gibi. Bazense cezadır, hala sevdiğince çoktan unutulmuş olmak kadar ağır.
Farkında olmaktır, yerine koymaktır kendini başkalarının. Dinlemektir cümleler dolusu yorulmadan ve konuşmaktır tek kelimeyle... Anlamaktır başkalarını ama en çok da kendini, çözmektir duygularını ve kırk düğüm atmaktır bazen bir daha hiç açılmasınlar diye...
Sendir, bendir ve hepimizdir şiir, belki de ötekidir, başkasıdır, yine de biraraya gelebilmektir bir tek hecesinde hiç tanışmadığımız bir şairin.
Gece gece, devrik cümlelerle, hevesle, çok önemli birşey yaparcasına ciddiyetle anlatma telaşıdır şiirin ne olduğunu acemi bir kalemce: hem kekeme hem geveze...
Sanırım en çok da büyümektir, kırılganlığınla barışacak, gücünün duygularında saklı olduğunu öğrenecek kadar.
Eğer sen öyle bakarsan herşey şiirdir ve şiir herşeydir hayatta, yok bakmazsan eğer... hiçbirşey de değildir...
18 Ocak 2009, İstanbul
BENİM YÜZÜMDEN...
Kendi yüzünü nasıl anlatmalı insan? Nerede görmeli ki yüzünü de önce kendi anlamalı? Aynayı alıp karşısına oturup incelemeli mi nerede ne var diye? Sonuçta olup olacağı iki göz-iki kaş, bir burun-bir ağız, sağlı-sollu yanaklar, bir de alın, haa bir de iki kulak...
Ya da şöyle en fiyakalısından bir fotoğrafa bakmalı, güzel de poz verdiyse eğer hoşuna bile gider anlatmak, ne de olsa kendi yüzüne başkasının gözünden bakmak daha kolay olmalı...
Hem insan kendi gözünün içine bakabilir mi o kadar korkmadan?
Belki de yaşadıklarını hatırlamalı, öylece ezberden okumalı, işte böyle:
Benim yüzüm bilindik bir tarif; 2 damla göz yaşının, 4 kaşık tebessümle çırpıldığı...
Sağ gözüm tanıdık bir adres; “Hayat” mahallesi “Gençlik” apartmanını geçince soldaki ilk kırışıklığın hemen yanında.
Sol gözümse bir sokak, çıkmazında çocukluğumun seksek oynadığı...
Kirpiklerim bir ters bir düz, bir saç örgüsü, bir haraşo, arapsaçı yaşantımda...
Kaşımın biri çoğu zaman havada, sanki “Sayın Yargıç”’ a itirazı olan bir avukat,
Diğeri hiç uymaz ötekine, onunki sessiz-sakin bir tabiat...
Çok düşük bir çenem var; biraz fazla meraklı,
İki tane de kulağım var, dikenli sözlere tıkalı
Üst dudağımda sustuklarım oturur, içimi acıtanlara söyleyemediklerim,
Alt dudağımdan sarkar en çok sevdiklerimi inciten bağırdıklarım...
İkisinin birleştiği yerden doğar yağmur sonrası gönül almaya açan güneşten gülümsediklerim...
Burnum evet biraz irice, uzanır bir köprü gibi yazgımın bilinmezliğine
İçinde anılarımın kokusu tüter, sızım sızım özlemlerim yaslanır kemerli direğine...
Benim yüzüm bir fotoğraf yaşadıklarımın çektiği,
Ya da öylesine bir resim yarısı şimdiden kanvasa baskı,
Yarısı henüz eskiz, anların çizdiği
Belki de yüzüm bir ayna...
Önünde sadece ben varım,
Annemle babam bakar ardından,
Kızımla oğlum bekler sırrında...
6 Şubat 2009, İstanbul
11 Ekim 2010 Pazartesi
MUTSUZ DEĞİLSEN MUTLUSUN
Düşündüm.
Mutluluk...Boşluk...Mutsuzluk...
Mutluluk tescil edilip onaylanmalı. Elinde belgesi olmalı. Fotoğraflanmalı, damgalanmalı.
Sürekli başarı kazanıyor takdir ediliyorsan, o anda duygu durumunu yüksekte tutan tutkulu bir aşk yaşıyorsan ya da tam da o zaman diliminde yeni bir şeye sahip olduysan (ev, araba, iş, eş, bebek...), o sahip olduğun şey uzun zamandır uğruna çaba sarfettiğin birşeyse üstelik, o zaman mutluluk diyorsun bu tatmin kaynaklı büyük sevinç haline. Giriveriyorsun çatısının altına, çeviriyorsun kontağını, imzalıyorsun kontratı, sarılıyorsun boynuna, tutuyorsun elinden ve mutlusun. Sahip oldukça...Ait oldukça...Mutlusun.
Hiçbiri o an için yoksa hayatında versin elini boşluk...Ne birine, bir yere aitsin ne de sahipsin birşeylere...Basitçe, bal gibi, buz gibi boşluktasın. Süzül dur, bir yandan süzülürken bir yandan acı kendine...
Gönülden dilediğin, kendince uğraşıp didindiğin, uzun zaman beklediğin halde gelmiyorsa hiçbiri hayatına hah işte o zaman mutsuzsun. Ya da beklemediğin bir anda yokolduysa elindekiler bayağı bir mutsuzsun. Etrafındaki herkes senin istediklerine sahipse bir de aman aman, mutsuzun katmerlisisin. Gıcık ol hepsine, ben haketmiştim de, çok beklemiştim diye ağla, olmadı diye at kendini yerlere, isyan et, kulağında bozuk plak misali durmadan çalan şarkıdaki gibi, "bin yanlızlar vapuruna, git ve bir daha dönme..."
O vapurda bunları düşün. Düşündüklerine inan. İnandıklarına bağlan. Fikirlerini iyice sabitle...
Ya da gel başka birşey yap, plağı kır, şarkıyı sustur, fikirlerini sök yerinden, başka şeylere inan.
Düşün ki mutlu olmak anlık. Mutsuz değilsen mutlusun belki de...
Ait olduğun yerden kaçmak isterken binlerce iple bağlı değilsen, sahip oldukların esaretin değilse aslında, kelimelerini susmak zorunda değilsen özgürsün.
Doğruyu yaptığına önce kendin inanıyorsan, haksızlığını kabul edebiliyor, yanlışlarından öğreniyor, insanları kullanmıyor, sadece kendi tabağından yiyorsan huzurlusun.
Kırdıklarından bağışlanana kadar özür dileyebiliyor, yenildiğinde umutlanıp, üzüldüğünde ağlayabiliyorsan, ilişki meydanında duygusuzluk zırhını giymeden, egodan kalkanlar kuşanmadan savaşabiliyorsan, seninle çarpan bir kalp bulduğunda kendininkini korkmadan o kalbe ekleyebiliyorsan cesursun.
Adınla anılacak dostların varsa zenginsin.
Hissediyorsan yaşıyorsun.
Özgürsen, huzurluysan, cesursan, zenginsen, yaşıyorsan; mutlusun işte...
Bir düşün...
Düşün, sonra da seni mutlu edecek en basit şeyi hayal et bu gece. Dün gece benim yaptığım gibi, bir bisiklet düşle mesela...
Sabah kalktığında o bisikleti kapıda bul, atla üzerine, mutlu olduğunu düşünerek çevir pedallarını.
Bu sefer kulağında yeni bir ezgiyle...
10 Ekim 2010, İtalya